Category Archives: Afrika

Çöl ve Sonsuzluk: Mısır Piramitleri

Çok az gezgin vardır ki ömründe Mısır Piramitleri‘ni görmeyi hiç istememiş olsun. Kahire’nin görkemli Piramitleri de en az şehrin kendisi kadar ayağına kadar gelmiş olan gezginleri şaşırtmayı ve kendisine hayran bırakmayı  kutsal bir görev gibi sürdürüyor, hem de binlerce yıldır. Yolları ve yolculuğu kendine arkadaş bellemiş bir Sırtçantalı için farklı deneyimler yaşamak, gezerken şaşırmak ve öğrenmek önemlidir.

Çocukluğumuzdan beri zihnimizde ihtişamlı fotoğraflarıyla yer kaplayan ve Mısır’la özdeşleştirdiğimiz Piramitler, Kahire’nin Al Haram adı verilen bölgesindeki Gize’de yer alıyor. Mısır’da küçüklü büyüklü yüzlerce Piramit bulunuyor olsa da, Gize’de yer alan Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleri en büyük ve en ünlü piramitlerdir. İsimlerini, adlarına yapıldıkları Mısır firavunlarından alan piramitler, aslında birer anıt mezar olarak inşa edilmiş.

Mısır-Piramitleri
Büyük Piramit, Gize

Adların sonsuza dek hafızalara kazıtan bu firavunlardan Keops ve Kefren‘in mumyaların nerede olduğunu bugün kimse bilmese de, Mikerinos‘un Atlantik Okyanusu’nun deriliklerinde yattığını biliyoruz.

Hikayesi ise oldukça ilginç; mezar hırsızları, Mikerinos Piramitinden çıkardıkları Firavuna ait mumyayı İngilizlere satmışlar. Mısır’ın İskenderiye limanından Londra’ya doğru, 13 Ekim 1838 günü yola çıkan Beatrice isimli gemi, Cebelitarık açıklarında, yakalandığı fırtınadan kurtulamayarak batmış. Mikerinos’un mumyası da gemiyle beraber okyanusunun derinliklerinde kaybolup gitmiş.

Piramitler ve onları yaptıran firavunlarla ilgili hikayelerin sonu neredeyse yok. Her biri tonlarca ağırlıktan oluşan milyonlarca taş bloğunun üst üste konmasıyla yapılmış bu devasa yapılar insanı büyülüyor. Üstelik bu taşlar gelişigüzel de yerleştirilmemiş. İnce bir mimari zekanın ürünü olan Piramitler, adına yapıldıkları Firavunun bulunduğu mezar odasına, yılda sadece 2 defa (doğduğu ve tahta çıktığı günler) güneş girecek şekilde yapılmış.

Toutankhamon-mumyasi
Toutankhamon Mumyası, Kahire

Piramitler İle İlgili ilginç detaylar

Büyük Piramidin açıları, Nil deltasını iki eşit parçaya bölüyor.

Gize’deki üç piramit aralarında bir Pisagor üçgeni olacak şekilde düzenlenmişler.

Büyük Piramidin tabanının yüzeyi, anıtın yarısının iki katına bölündüğünde pi=3,14 sayısı elde ediliyor ve dört yüzeyinin toplam yüzölçümü, piramit yüksekliğinin karesine eşit.

Aynı zamanda dev bir güneş saati olan Büyük Piramit, dünyanın kara kitlesinin de merkezinde yer alıyor ve Gize’den geçen boylam, dünyanın denizleriyle anakaralarını iki eşit parçaya bölüyor. Bu boylam ayrıca, kara üstünden geçen en uzun kuzey-güney yönlü boylam olup, bütün yer kürenin uzunluğuna ölçümünde doğal sıfır noktasını oluşturuyor. Ayrıca, ekim ortasıyla mart başı arasında düşürdüğü gölgeler mevsimleri ve yılın uzunluğunu gösteriyor.

Bütün bunlar ve daha fazla şaşırtıcı bilginin yanı sıra Piramitlerin içinde yaraların iyileştiği, kirlenmiş suyun temizlendiği, radar, vb. cihazların çalışmadığı söyleniyor. Ayrıca mumyalarda radyoaktif madde bulunduğundan, mumyaları ilk bulan 12 bilim adamı kanserden ölmüş.

Gize-Piramitleri-Keops-Kahire
Keops Piramidi, Kahire

Ben Piramitleri gördüğüm ilk anı hiç unutmayacağım. Otobüsle Haram topraklara girmek üzereydik, piramitler tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu. Sıcak ve buhardan olsa gerek uzakta silik bir duvar kağıdı gibiydiler; serap görmek böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm.

Büyük Piramit’in, Keops’un içine girdiğinizde şaşkınlığınız daha da artıyor. İçeride bazen sürünerek, bazen emekleyecek kadar eğilerek patikalardan geçiyor ve ana odaya ulaşıyorsunuz. Kapalı alan fobisi ve kalp hastalığı olanlara girişte girmemeleri için uyarılar yapılıyor. Fotoğraf ve video kaydı almak ise yasak. İçerisi kesinlikle ilginç, büyülü bir alan. Odanın köşesine çökmüş İngiliz turistlerin yanına geçip, onlarla birlikte meditasyon yapmayı tercih ettim. Oldukça ilginç bir deneyimdi.

Dünyanın en ünlü heykellerinden biri: Sfenks

Gövdesi uzanan bir aslan ve kafası  bir firavunun kafasının şeklini almış Sfenks, Piramitler’in ihtişamını perçinliyor. Eski Mısır’da, aslan, güneş ile bağlantıları nedeniyle kutsal bir hayvan olarak kabul ediliyorlardı. Mısır dilinde orijinal söylenişi kepes ankh ya da “yaşayan heykel” anlamında şeşep (sheshep) ankh’tır.

Sfenks ilk kez Batı Dünyası tarafından keşfedildiğinde, büyük bir bölümü çölün kumlarıyla kaplanmış durumdaydı. Tek parça granitten oyulmuş, aslan pençesine ve boğa bedenine sahip heykel, yüzünü doğuya, Ra‘ya dönmüş,  73 metre uzunluğunda ve 21 metre boyutlarında devasa bir görünüme sahip. Bu Piramit koruyucusunun burnunu atış talimi yapan Napolyon’un ya da Sultan Selim’in askerlerinin kırdığına dair hikayeler kulaktan kulağa dolaşıyor.

Yine heykel hakkında çok sayıda efsane de dilden dile dolaşıyor. Dördüncü Hanedan (MÖ. 4000-2500) devrinden kalma bir levhada, Sfenks’ten şöyle söz ediliyor: “Dünya var olalı beri en büyük sır burada gizlenmiştir. En büyük sır Sfenks’in sırrıdır.

Sfenks-Heykel-Misir
Sfenks, Mısır

Sfenks’in etrafında bir de Mumyalama Odası bulunuyor. Dileyenler için geceleri Sfenks’in önünde ışık ve ses gösterisi düzenleniyor. Oldukça uygun fiyata izleyebileceğiniz bu gösteride lazer ile Piramitlere görüntüler yansıtılıyor ve müzik eşliğinde Eski Mısır tarihi anlatılıyor. Çöl, gece, gökte yıldızlar ve gizemli bir müzik eşliğinde Piramitler etrafında Mısır tarihi.. Bir kaşif ruh daha ne ister, değil mi?

Kaşif ruhun istekleri aslında hiç bitmez, tıpkı Mısır’ın gezginlere sunduğu güzel, ilginç ve farklı deneyimler gibi.

Bir Mısır deyişine göre “İnsanoğlu zamandan korkar, zamansa Piramitler’den!

Siz de Piramitler’in ihtişamını yaşamak istiyorsanız Mısır’a gitmek için en iyi mevsim olan sonbahar ve kış aylarını tercih edin, planınızı yapın ve insanlık tarihi içinde yolculuk yapmaya hazır olun.

Siyah-Beyaz Güney Afrika

Eddy Grant’ın söylediği Gimme Hope Jo’anna (Bana Umut Ver Jo’anna) adlı şarkı, 1980’lerin ortasına tekabül eden ortaokul hayatımın en popüler şarkılarından biriydi. Partilerde, diskolarda, şarkının “Hope” kısmında hop hop zıplayarak dans ederdik. Bu son derece neşeli şarkıda neden bahsedildiğini birazcık bilsek de, protest tavrını ve içerdiği göndermeleri yarım yamalak İngilizcemizle kavramaktan acizdik. O yüzden Eddy Grant’in şarkıda Jo’anna diye seslendiği kişinin, bir kişi olmayıp Johannesburg’daki ırkçı beyaz hükümet olduğunu, ancak yıllar sonra anladım. Zaten ben “apartheid”in ne olduğunu da tam olarak bilmiyordum, çünkü aklım hayalim almıyordu böyle bir şeyi. Eddy Grant, benim gibiler durumun farkına varsınlar, protesto etsinler, “Jo’anna” üzerinde baskı kursunlar diye söylüyordu bu şarkıyı.

Güney Afrika’daki gündelik hayat hakkında fikir sahibi olmaya ve siyahlarla beyazlar arasındaki görünmez çizgileri hissetmeye başladığım ilk an, Durban’dan iki saat mesafedeki Margate’te kalacağım motele vardığım andır. Motel dediğim, Avusturyalı-Güney Afrikalı bir çiftin villası aslında. Kendileri villanın bir bölümünde yaşayıp kalan kısımdaki odaları kiralıyorlar. Daha bahçe kapısından girerken büyük, kırmızı harflerle yazılmış, tuhaf bir tabela ile karşılaştım: “ARMED RESPONSE”. Daha sonra birçok evin üzerinde de göreceğim bu tabelalar, burada oturanların mülklerine izinsiz girenlere silahla karşılık verme hakkı olduğunu söylüyor ve uyarıyor: “Evime, hatta bahçeme girme, vururum!” Ertesi sabah aydınlıkta daha iyi fark ediyorum; bulunduğumuz semtteki eli yüzü düzgün müstakil evlerin tamamı, yüksek duvarlar ve elektrikli tellerle çevrilmiş, “Armed Response” tabelalarıyla donatılmış durumda. Görünen o ki, beyazlar lüks villalarda düpedüz hapishane hayatı yaşıyor.

Ümit Burnu

Bugün elektrikli çitler ardında yaşayan beyaz adam, Güney Afrika’nın varlığından Portekizli Barthelomeu Dias’ın 1488’de Ümit Burnu’nu keşfetmesiyle haberdar olmuş. Bir süre sonra, başka bir Portekizli olan Vasco de Gama buradan geçip Hindistan’a ulaşmayı başarınca İpek Yolu’na alternatif bir yol bulunmuş. 1600’lerin ortasından itibaren önce Avrupa-Hindistan arasında ticaret yapan, dünyanın ilk çokuluslu şirketi Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın (Dutch East India Company) gemileri için bir ikmal noktası kurulmuş Cape Town’a; ardından maceraperest, çiftçi Hollandalılar buraya göç etmeye başlamış. Dikkatinizi çekerim, burayı ilk keşfeden Batılı millet Portekizliler olmasına rağmen gelip yerleşenler Hollandalılar oluyor. Kendi dillerinde Boer (okunuşu Bur) deniyor bu çiftçilere. Bugünkü beyaz nüfusun yarısından fazlasının atası bu Boerlar.

Geri kalan beyazların atası ise, 1795’te Cape Town’a el koyup “Burası benimdir,  dünyanın en kuvvetli devleti olarak burayı ben sömüreceğim” diyen İngilizler. Aslında dertleri Hollandalılarla değil, Fransızlarla. Fransızların kendilerinden erken davranıp burayı kolonileştirmesinden korktukları için koşa koşa Güney Afrika’yı işgal etmişler. Hollandalılar ne yapsın, bir süre sonra daha kuzeye ve iç bölgelere çekilip kendi eyalet/devletlerini kurmuşlar. Bunlardan biri Orange State, diğeri ise Transvaal. Yerlileri köleleri olarak kullanmaya devam ederek bir süre mutlu mesut yaşamışlar. Derken bir gün elmas ve altın madenleri bulunmuş Boer topraklarında. İngilizler madenlerden pay istemiş ve Boer-Anglo savaşları patlamış. 1902’de İngilizler galip gelmiş, topraklar birleştirilmiş.  Bu arada filler tepişirken çimenler ezilmiş tabii. 1924’te ırkçılık resmileşmiş. 1934’te de siyahların seçme, seçilme ve vatandaşlık hakları ellerinden alınmış. Nazi Almanyası’nda bile olmayan resmi ırkçılık dünyadan yükselen tepkilere rağmen tüm şiddetiyle yıllarca devam etmiş.

South-Africa-Black-White

Eddy Grant’in şarkısı nasıl bir etki yarattı bilinmez, ama yıllarca süren uluslararası baskılara rağmen burnundan kıl aldırmayan Jo’anna’nın tavrını değiştiren olaylar zinciri, komşusu Namibya’nın 1980’lerin başında Almanya’dan bağımsızlığı kazanmak için çıkardığı isyanlarla başladı. Komşuda pişen Güney Afrika’ya da düştü, siyahlar daha sert isyan etti, hükümet daha sert müdahale etti, ortalık daha bir kan revan oldu, uluslararası camiadan protestolar daha yüksek sesle çıkmaya başladı… Derken 1990’da başkanlık el değiştirdi. Yeni başkan Frederik Willem de Klerk seçildikten hemen sonra Nelson Mandela başta olmak üzere birçok tutukluyu salıverdi, ırkçı yasalar kaldırıldı, siyahlara yeniden seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1994’teki ilk serbest genel seçimlerinde Nelson Mandela’nın başında olduğu ve halen hükümet olan Afika Ulusal Kongresi (ANC) yönetime geldi. Bu iki devlet adamı 1993’te birlikte Nobel Barış Ödülü’nü aldılar.

South-Africa-Black-White-003

Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 41 milyon siyah, 6 milyon kadar da beyaz yaşıyor. Ama hızla azalıyormuş beyazların sayısı. Meslek sahibi beyazlar Avustralya’ya, Amerika’ya göç ediyormuş. Sebebi, beyazlara karşı yükselen şiddet! Güney Afrikalı arkadaşım Henry beyazlar arasında yapılan bir şakayı anlatmıştı:

– Bir beyaz turist ile bir ırkçı beyaz Güney Afrikalı arasındaki fark nedir?

– 15 gün.

“Beyazların çoğu ırkçıdır burada” demişti. “Ama bu son yıllarda aşırı arttı. Siyahların beyazlara karşı işlediği suçlar yüzünden. Jo’burg’de hiçbir beyazın can güvenliği yok.” Margate’teki evsahibimiz Herbert`e göre beyazların evlerinin alarmı çalınca polisler daha geç geliyorlardı. Umkomaas’ta evlerine konuk olduğumuz Dietmar Posch – Rafaella Schlegel çiftinin tecrübesi daha üzücüydü: Dietmar birkaç sene önce bir siyah tarafından sokakta sebepsiz yere, ölesiye dövülmüştü. Bugün elmacık kemiği yerine platin tabaka taşıyordu sağ yanağında.

ANC, yani siyahlar, 14 yıldır iktidarda olmasına iktidardalar. Fakat hükümetteki yolsuzluklar ve cahillikler yüzünden, iktidarda olmanın iyileştirici etkisini günlük hayatlarında pek görememişler. Hala en kötü işlerde, en düşük ücretle çalışıyorlar. Güney Afrika’nın zenginlikleri ve ekonominin çarkları hala beyazların elinde… Siyahlar kendi ülkelerinin efendileri olamıyorlar bir türlü. Bu yüzden ırkçılık kanunlardan silinmiş olsa da,  kalplerden silinmiyor kolay kolay. Derinleşip duruyor karşılıklı.

South-Africa-Black-White-002

1994’te yeni iktidar, yeni anayasa ile başlamış işe. Ve her etnik kökene eşit davranma hassasiyeti ile İngilizce ve Afrikaans dışında, Zulu başta olmak üzere 11 yerel dili daha resmi dil kabul etmiş. Benim gözlemlediğim kadarıyla günlük hayatta İngilizce’yi herkes, ama az ama çok, anlıyor ve konuşuyor. Afrikaans ise beyazların çoğunluğunu oluşturan Boer torunlarının dili, Flamanca’nın bozulmuş bir türü. Bizim Henry “Yeterince yavaş konuşursak birbirimizi anlarız” demişti Hollandalılar için. Yeterince yavaş konuşursak biz de Asya’nın yarısı ile anlaşırız, ona bakarsak.

Dünyanın geri kalanının aksine, burada zencilere hala “black” (siyah) den(ebil)iyor. Tüm etnik dillere de kısaca “black languages”… Ama Güney Afrika yalnızca siyahlardan ve beyazlardan oluşmuyor; bir de “renkliler” var!

“Renkliler”, Dutch East India Company’nin 1600’lerin ortasından itibaren çalıştırmak üzere Malezya ve Endonezya’dan buraya getirdiği Malaylar (ve bunlardan beyazlar ya da siyahlarla karışarak melezleşenler). Yine çalıştırılmak üzere getirilen Hintliler ve ticaret yapmak üzere getirilen Çinliler ülkenin diğer azınlıklarını oluşturuyor. ‘94’te sesleri biraz daha kuvvetli çıksaymış Malayca, Sanskritçe ve Çince’nin de resmi dil sayılması içten bile değilmiş bana kalırsa…

South-Africa-Black-White-001

Cape Town yakınlarındaki Simon’s Town’da gittiğimiz bir restorandaki garson kızlardan birinin ensesinde ay-yıldız dövmesi görünce dayanamadım sordum. Meğer bu restorandan önce, Akdeniz’de dolaşan büyük tur gemilerinden birinde garsonluk yapıyormuş Cathy. Türkiye’yi o kadar sevmiş ki, Kuşadası’nda ay-yıldızı ensesine dövme olarak kazıtmış. Kumral, renkli gözlü, buğday tenli ve biraz tombulca bir kız olan Cathy konuşurken durduk yere “Ben renkliyim” diye açıklayınca, ne kadar kafa yorsam da bu ülkede kimin ne renk olduğunu bir türlü anlayamayacağıma karar verdim.

Rengi ne olursa olsun, bütün Güney Afrikalılar’ı hedef alan en büyük tehdit ise AIDS. İnanılması gerçekten güç, fakat her 6 kişiden biri HIV pozitif bu ülkede. Yani yaklaşık 8 milyon kişi! Üstelik iç savaşlar ve açlık yüzünden diğer Afrika ülkelerinden kaçıp Güney Afrika’ya sığınan mülteciler bu rakama dahil değil. Cape Town’da gördüğümüz, teneke barakalardan oluşan ve içinde 300 bin kişinin yaşadığı hesap edilen mülteci kampının %80’inin HIV pozitif olduğu tahmin ediliyormuş. Hastalığın yayılması kontrol edilemediği için çareyi kampı elektrikli tellerle çevirip giriş-çıkışı yasaklamakta bulmuşlar. Margate’te Herbert, ANC’nin gelecekte başkan olmasına kesin gözüyle bakılan başkan yardımcısının geçtiğimiz yıllarda genç bir kıza tecavüz ettiğini, kızın HIV pozitif olduğu ortaya çıkınca adamın “olaydan sonra” sıcak duş aldığı için kendisine bir şey olmayacağını açıkladığını anlattı. Balık baştan kokmuştu zaten, cehalet diz boyuydu, bu ülke adam olmazdı. Umkomaas’ta Dietmar-Rafaella çiftine konuk olduğumuz akşam ise, misafirlerden biri, genç bir beyaz kadın, bize babasının AIDS’ten öldüğünü, annesinin ve üvey kardeşinin de taşıyıcı olduğunu anlattı sakin sakin.

Ne Güney Afrika’yı, ne de başka bir ülkeyi tanımak ve anlamak için bu kadar kısa bir seyahat yetmez. Ama dünyaya baktığımız gözlük çerçevelerimizi değiştirmemiz için küçücük olaylar bile yeterli. Yine Henry’nin bir incisiyle bitireyim:

“Sizde trafik terstendi, değil mi?”