Uzakdoğu maceramin 4. haftasındayım. Size buradaki izlenimlerimi aktarmaya devam ediyorum. Önceden de bahsettiğim gibi, Singapur ve Malezya gezimizden sonra son nokta olarak bu küçük ada ülkesinin başkenti Taipei’ye ulaştım. Diğer ülkelerle karşılaştırdığımda, zihnimde olan Uzakdoğu havasına burada rastladım diyebilirim
Öncelikle sokaklardan başlamak istiyorum. Çok kalabalık, her taraf motorsiklet, bisiklet, araba… Trafik. Türkiye’den de karışık. Belki, bizde arabalar olayı karıştırıyordur ama bir anda yüzlerce motorsikletin caddelerde hareket edişini gördüğünüz de gerçekten olay çok daha karışık hale geliyor. Herkeste arabanın haricinde motosiklet var. Kafalarda kasklar, 4 kişilik bir ailenin motosiklete binip gezdiğini gördüm. Sokaklarla ilgili başka izlenim de, her taraf ışıl ışıl, Çince yazılı ışıklı tabelalar, tüm gece boyunca yanıyor. Süpermarketler, haftasonu gece 2 ye kadar açık. Sürekli bir hareket, sürekli bir alışveriş.
Carrefour’da gezerken kendimi, Türkiye’de büyük bir pazarda geziyormuşum gibi hissediyorum. Her taraftan sesler, ürünlerinin reklamını yapmak isteyen satıcılar… Sanki bina içine koyulmuş büyük bir pazar gibi. Gezerken, yenilen yemekler hakkında derinlemesine bilgi edinebiliyorsunuz. Eğer görüntüsü size hoş gelirse, deneme yapa yapa karnınızı bedavaya doyurma şansınız bile var, ancak görüntünün size lezzetli gelmesi o kadar da kolay değil. İçerde kurbağaları, yengeçleri , kaplumbağaları , yılanları ve binbir çeşit balık tipini gördükten sonra ben de iştah falan kalmadı.
Önceden de bahsetmiştim, Türkiye’de pahalılığından yakındığımız muz burada yine favori yiyeceklerimden oldu. En büyük sıkıntılarımdan birisi de kimsenin İngilizce bilmemesi, inanın suyu, ekmeği tarif edene kadar canım çıktı. Tarif ettikten sonra, yetkili kişi İngilizce yerini anlatamadığı için sizi peşine takıp, aradığınız reyona götürüyor. Teşekkür etmek dışında bildiği kelime olamayan bendeniz “Şie Şie” (Çince: Teşekkürler) deyip mahcup bir tavırla yetkiliye veda ediyorum.
Dediğim gibi her taraf ışıl ışıl, gece gündüz hareket. Avrupa’daki seyahatlerimde, dükkanların erkenden kapanmasından, bu yüzden aç kalmamdan yakınırken, burada abartmıyorum, Beyoğlu gibi bir caddede en az 10 tane 7/Eleven var. Sabaha kadar açıklar ve istediğiniz her ürüne ulaşma şansınız var. Özellikle, mikrodalgada ısıtılıp hazır hale getirilen soğuk yiyecekler çok moda. Tabii şekil şemalinden, karar verene kadar, her seferinde en az 20 dakika düşünüyorum. 7Eleven’in yanında, Familymart ve Watson dükkanları dolu. Bunların dışında, bizim kokoreç tezgahları gibi araçların cadde boyunca park ettiği, köşelerinde küçük küçük lokantaların olduğu gece pazarları mevcut. Akşamları, insanlar ailecek buralara akıyor. Gürültü ve ilginç kokular burada da hakim.
Sokaklar konusunu bitirmeden, 2. haftamda yaşadığım bir motosiklet maceramı anlatayım. Kaldığımız yer itibariyle biraz tepelerdeyiz. Yürüyerek birkaç kez çıkmayı denedim ama nemin ve ısının çok yoğun olduğu bu ülkede yokuşa attığım 5. adımda sucuk gibi terledim. Neyse bir gün, Tayvanlı arkadaşın da rızasıyla motosikletine atladım, o yokuştan aşağı inip, okuluna gidecektik. Keşke biraz İngilizce biliyor olsaydı, kalbim o yokuştan inerken yerinden fırlayacaktı. Ben artık Türkçe tepki vermeye başladım, “Kardeş biraz yavaş ol, lütfen”. Yok. Bana başta t-shirt’ünün kenarından tut demişti ama ben o korkuyla elemana sarıldım bırakmıyorum. Hele bir de yüzlerce motosikletin olduğu trafiğe çıktığımızda ben, gözlerimi kapattım.
Nasıl okula geldik bilmiyorum ama iner inmez bir şişe suyu bitirdim. Gerçi motorda biz iki kişiydik ama adamlar 4 kişilik tüm aileyi motora bindirebilecek tecrübeyi edinmişler. Rüzgârdan korunmak için de, üstlerindeki elbiseleri kollarına ters geçiriyorlar Gerçekten bu görüntüleri görmenizi isterdim. Bana çok ilginç geldi.
Ömürden Sezgin
Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.