Tag Archives: Fransa

La Grotte des Demoiselles – Kız Mağarası

Güney Fransa’nın Akdeniz kıyısına yakın Hérault Gorges’da (Hérault Boğazı) bulunan mağara,  (Yeraltı Katedrali) olarak bilinen devasa bölümü ile ünlüdür.  Saint Bauzille de Putois köyünde bulunan Grotte de Demoiselles (Kız Mağarası) görülmeye değer bir doğa harikası olarak karşımıza çıkıyor. Mağarayı ailece ziyaret edebilir ve yerin altında bulunan nefes kesici katedrali, devasa boyutlardaki sarkıt ve dikitleri keşfedebilirsiniz.

Peri Mağarası

Occitan efsanelerinde kız (bakire) kelimesi aynı zamanda peri olarak nitelendirilmektedir. Mağaranın adını aldığı efsanede geçen bu eş anlamlı sözcük sebebiyle günümüzde “Kız Mağarası” olarak adlandırılmaktadır. Bu gizemli mağara Languedoc’a ait, ne kadar eski olduğu bilinmeyen birçok farklı efsaneye evsahipliği yapmaktadır. Bunlar arasında en ünlüsü, koyununu kaybeden çoban John efsanesidir. Kaybettiği koyunu aramaya çıkan çoban mağaranın girişine rastlar. Bu delikten koyununu duymasına rağmen göremez. Koyunu bulma umuduyla mağaraya giren çoban gitgide daha da derine iner durur ve sonunda bugün katedral olarak adlandırılan bölüme ulaşır. Elindeki meşalenin kısıtlı ışığı ile ilerleyen çoban bir anda sarkıt ve dikitlerin bolca bulunduğu katedrale düşer. Efsaneye göre, çoban düşerken etrafında danseden binlerce peri görür. Bir şekilde mağaradan köye ulaşmayı başaran çoban mağarada binlerce perinin çevresinde nasıl da dans ettiğini anlatır durur. Böylece Peri Mağarası (Grotte des Fées) olarak isimlendirilen mağara günümüzde eş anlamlısı olan Kız Mağarası ( Grotte des Demoiselles) adıyla anılmaktadır.

La Grotte des Demoiselles - Kız Mağarası

Mağaranın yapısını çok uzun yıllar boyunca su ile reaksiyona girerek erozyona uğramış kireç taşı oluşturmaktadır. Günümüzde erozyona sebep olan suyun kaynağına dair kesin bir bilgi bulunmuyor. Artık kurumuş bir akarsu veya şu anda 300 metre (980 yıl) daha alçakta bulunan bir başka akarsu olabileceği yönünde görüşler olmasına rağmen, kesin bir kanıt bulunabilmiş değil.

Fransa’nın önde gelen rehberi Michelin’den üç yıldız derecesine sahip olan mağara “görülmesi gereken” yerler arasında bulunuyor. Mağaraya ulaşım kendi türünün Avrupa’daki ilk örneği olan yeraltı füniküleri ile sağlanıyor. Dönem dönem değişen tarifesine rağmen genel olarak saatte bir gruplar halinde mağaraya girilebiliyor. Her gruba bir rehber eşlik etmekte. Ayrıca bilet gişesinden isteğe bağlı farklı dillerde hazırlanmış sesli rehber edinmek mümkün.
Füniküler ile başlayan yolculuk boyunca rehberimiz bize mağaranın yapısı, teknik özellikleri ve tarihi ile ilgili bilgileri aktarıyor.
Mağaranın en ünlü bölümü olan katedral adlı devasa yapının içinde, karşımıza Meryem ve oğlu benzetmesi şeklindeki heykelvari yapı çıkıyor. Bu devasa bölüm küçümsenmeyecek boyutlara sahip. 120 mt uzunluğa, 80 mt genişliğe ve 50 mt yüksekliğe sahip bölümün beni fazlasıyla etkilediğini ve heyecanlandırdığını söyleyebilirim.
Şaşırtıcı derecede güzel akustik yapısı sebebiyle zaman zaman konserlerin düzenlendiği bu bölümden daha doğal ve eşsiz bir salon düşünülebilir mi? Yıl boyunca farklı zamanlarda düzenlenen jazz, klasik müzik konserleri arasında en popüler ve heyecan verici olanı ise Christmas konseri. Yüzlerce kişi, her yıl kutlamalar ve konsere katılmak için bu mağarayı ziyaret ediyor.
Rehberler ziyaret süresince birbirinden farklı heykelvari oluşumları birer birer hikayeleri ile gösteriyorlar. Çocuklar için deve benzeri kaya, erkekler için manken bacağı ve hanımlar için devasa boyutlardaki penis benzeri kayayı esprili bir dil ile sırasıyla görme şansını elde ediyoruz. Bunların arasında beni en şaşırtanı darbuka gibi elinizle vurduğunuzda çok güzel sesler çıkaran kaya oldu. Rehber eşliğinde yapılan mağara turu yaklaşık bir, bir buçuk saat sürmekte.
Mağaranın içi her yaştan ziyaretçiye uygun yürüyüş bölümleri, merdiven ve köprüler ile düzenlenmiş. Ziyaret sırasında ıslak zemine dikkat etmekte fayda var.
Mağaranın, farklı dönemlerde sığınak olarak ve gizlenme amaçlı kullanıldığı bilinmektedir.

La Grotte des Demoiselles - Kız Mağarası

Mağaranın girişinde bizi karşılayan, bölgeyi yüksek bir alandan incelememize ve harika fotoğraflar çekmemize olanak veren panoramik teras, çeşitli hediyeliklerin bulunduğu mağaza ve kafeterya ise mağaraya yaptığımız ziyareti daha keyifli ve konforlu hale getiriyor. Mağazada bulunan otomattan hatıra para almanızı öneririm.

Ulaşım
Demoiselles mağarası Saint Bauzille de Putois köyünde bulunmaktadır. Ganges’ın 5 km güneyinde, Montpellier’in 38 km kuzeyinde ve Nimes’in 60 km doğusunda yer almaktadır.
Bulunduğu konum itibari ile otobüs ile ulaşımın pek kolay değil. Montpellier’den günde 6 tane 108 numara Hérault Transport otobüs seferi var. Yolculuk görece uzun sürebileceği için sabah 5’teki otobüse binmeniz gerekir.
Araç ile ulaşım çok daha kolay ve hızlı olacaktır.
Montpellier’den 35 dakika,
Anduze’dan 40 dakika,
Nimes’ten 55 dakikada mağaraya ulaşılabilir.

Marsilya: Biraz Afrikalı, Biraz Avrupalı… Ama Özünde Akdenizli

Akdeniz kentlerinin ister denizden, ister karadan, hangi taraftan yaklaşılırsa yaklaşılsın çarpıcı bir güzelliği vardır. İstanbul, Venedik, Cenova, Barselona fark etmez… Akdeniz kentleri insanın beş duyusuna birden hitap eder. Pencereleri çiçeklerle süslenmiş, balkonlarında, taraçalarında çamaşırlar asılı evler denize inen dar ve dik sokakların iki yanına sıralanır Akdeniz kentlerinde… Caddelerinden vespaların patırtısı, kafelerinden insanların kahkahası eksik olmaz. Her daim hafif esen rüzgâr denizin kokusunu getirir. Ve her kentinde zengin Akdeniz’in mutfağının farklı bir lezzeti… Marsilya da böyle bir kent işte… Gözlerimi kapatıp beni oraya bıraksalar ve gözlerimin bağını çözseler, derim ki: “Burası Akdeniz’de bir kent!”

Yüzlerce Yıldır Kozmopolit ve İsyankâr

Bir İzmirli olarak, Marsilya ile aramda gizli bir mıknatıs vardı sanki. Belki de bunun nedeni 2600 yıl önce bugünkü Foça civarından giderek Marsilya’yı kuran Foçalı Greklerdir. İzmir’in en eski hemşerileri tarafından M.Ö 600 yılında kurulan Marsilya, Fransa’nın en eski kenti. Foçalılar’ın Massalia adını verdikleri kent zamanında Batı Akdeniz’in en büyük Grek kent-devletlerinden birisiymiş. Marsilya’nın ticari ve stratejik önemi hiç azalmamış; Romalılar’dan, Vizigotlar’a ve Franklar’a, Ortaçağ’ın tüm devletleri Marsilya’ya gözü gibi bakmışlar. Her ne kadar Paris zaman içinde Fransız İmparatorluğu’nun başkenti ve en büyük şehri olsa da Marsilya’nın önemi hiç azalmamış. 1789’da Fransız Devrimi’ne destek vermek için Paris yollarına düşen 500 Marsilyalı gönüllünün söylediği La Marseillaise adlı devrim şarkısı, halen Fransa’nın milli marşı olarak tüm Fransız ulusu tarafından söyleniyor.

Fransa’nın Akdeniz ve Kuzey Afrika’ya açılan kapısı Marsilya, ülkenin en kozmopolit kenti. 850 bin nüfusun 200 bini Müslüman, 80 bini Ermeni, 80 bini de Arap Yahudisi. Akdeniz dünyasında yaşanan savaşlar, siyasi çalkantılar, devrimler ve göç dalgaları Marsilya’da bulmuş yansımasını. Kent farklı dönemlerde farklı dini ve etnik gruplara kapısını açmış. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Ruslar ve Ermeniler, 1936’da İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesiyle İspanyollar ve 1962’de sömürge yönetiminin sona ermesiyle Cezayir’den gelen “pied-noir”, yani “kara-ayak”lı Fransızlar… Marsilya’nın mozaiğinde Sicilyalılar’dan Vietnamlılar’a, Korsikalılar’dan Berberiler’e onlarca milletten, dinden ve dilden insan var.

Marsilya-Fransa

Sıradanlıktan uzak Akdeniz kentlerinin kozmopolit havasını solumaktan her zaman büyük zevk alan ben için Marsilya keşfedilmeyi bekleyen bir hazine adeta… Sabırsızlıkla St. Charles tren istasyonunun dik merdivenlerinden iniyor ve Magrebi göçmenlerin yoğunlukla yaşadığı Noailles bölgesinin dar sokaklarına dalıyorum. Bu Akdeniz kokan sokaklar biraz İstanbul’un Beyoğlu’s, biraz Cezayir’in Casbah’sı, biraz da Napoli’nin İspanyol Mahallesi sanki. Rengârenk pencerelerden sarkan hayat dolu genç kızlar ve kapı eşiklerinde toplaşıp onları süzen delikanlılar; aralarında da bir futbol topunun peşinde özgür ve pervasızca koşan çocuklar…

Tabelasında Orient yazan kalabalık bir esnaf lokantasına oturuyorum Noailles’te. Marakeş’in Cema ül Fena Meydanı’ndaki maymun oynatıcısından, Tunus’un Medina’sındaki meddaha kadar sanki tüm Magreb burada. Tağinimi kaşıklarken orada tanıştığım Nacim ile sohbete başlıyorum. Ailesi Cezayir’den gelme bir Fransız delikanlısı Nacim; ancak “Ben Fransız değil, Cezayirliyim” diye beni düzeltiyor, kendisi hiç Cezayir’de yaşamadığı halde… Hayat koşullarından, eşitsizlikten, ayrımcılıktan ve Avrupa’nın göbeğinde Müslüman olarak yaşamanın zorluğundan söz ediyor. Marsilya’daki işsizlik Fransa ortalamasının üzerinde, %14 civarında; hatta bu rakam genç göçmen nüfus arasında %40’lara çıkıyor. Nacim’in isyankâr duruşunu Afrikalı ve Arap göçmenlerin birçoğunda gözlemlemek mümkün. Belki de Marsilya’da yaşayan Arap ve Afrikalılar için başkaldırının tek bir yolu var: rap müzik.

Marsila-Fransa

Kentten çıkan rap grupların en ünlüsü IAM. Bunun dışında Fonky Family, 3ème Oeil ve Psy4 de la Rime gibi gruplar da ülke çapında biliniyor. Ancak, Marsilya rap’ini Paris’tekinden ayıran bir özelliği var. Müzik şiddet içermiyor; sözler kardeşlik, birliktelik ve barışa vurgu yapıyor. Kendisi de bir rap müzik tutkunu olan Nacim, Paris ve Marsilya rap’i arasındaki bu farkı şöyle açıklıyor: “Paris’te göçmenler şehirden soyutlanmış bir biçimde, banliyölerdeki beton bloklarda yaşıyor. Onlar kendilerini Parisli hissetmiyor. Biz ise burada Marsilya’nın göbeğindeyiz. Arabı, Berberisi, Tunuslusu, Madagaskarlısı, Senegallisi ile biz bu kentin bir parçasıyız. Farklı kültürlerden, ülkelerden ve dinlerden olsak bile biz hepimiz Marsilyalıyız”. Gerçekten de Marsilya’da rap, tıpkı kentin gurur kaynağı olan futbol takımı Olympique Marseille gibi kitleleri barışçıl biçimde bir araya getiriyor. Kısacası futbol ve müzik Marsilyalıları birbirine bağlıyor, kenetliyor.

Noailles’den sonra La Canebière’e çıkıyorum. La Canebière, Marsilya’nın eski bölgesinde yer alan ve Réformés semtinden başlayıp kentin eski limanı olan Vieux-Port’a uzanan yaklaşık bir kilometrelik bulvar. Adını, bir zamanlar burayı mesken tutan kenevir ipliği (canabé) üreticilerinden alıyor. Otelleri, bistroları, mağazalarıyla kentin atardamarı olan bulvar, Noailles ve La Castellane gibi fakir mahalleleri lüks yatların uğrağı Vieux-Port’a bağlıyor. Ününe rağmen, Le Canebière bana çok heyecan vermiyor; sıradan bir alışveriş caddesi izlenimi uyandırıyor. Ama bulvar üzerindeki Marsilya Tarihi ve Denizcilik müzelerinin zengin koleksiyonları ile Marsilya’nın tarihi geçmişine olan hayranlığım artıyor.

harbour-in-Marseille

Vieux-Port’un Karmaşası, Le Panier’in Dinginliği

Vieux-Port bana biraz Kopenhag’ın Nyhavn’ını biraz da Antalya’nın Kaleiçi’ni anımsatıyor. Akdeniz burada karanın içine sokulmuş, balıkçılara ve denizcilere bir sığınak yaratmış. Liman boyunca dizilmiş lokantalar, Güney Fransa’nın deniz ürünleri, zeytinyağlıları ve sebzeleriyle ünlü Provansal mutfağını ve envayi çeşit bölgesel şarapları tatmak için ideal. Menülerinin baş tacıysa şüphesiz Marsilya’nın da en ünlü yemeği olan “bouillabaisse”. Çeşitli deniz ürünleri sarımsak, portakal rendesi, fesleğen, rezene gibi baharat ve otlarla beraber haşlanarak pişiriliyor. Lezzetli bir boillabaisse’de iskorpit, mığrı, kırlangıç, çipura, keler, berlâm, kefal gibi birkaç çeşit Akdeniz balığının yanı sıra denizkestanesi, ahtapot, yengeç ve midye gibi diğer deniz canlılarının da olması gerekiyor. Hal böyle olunca da boillabaisse leziz ve doyurucu, ama bir o kadar da pahalı bir yemek. Bir porsiyonu için 50-60 avroyu gözden çıkarmak gerekiyor. Ben daha az cep yakan bir Provansal spesiyalini, bildiğimiz siyah kabuklu midyelerin kabuklarıyla birlikte haşlanması ve patates kızartmasıyla beraber sunulmasından ibaret olan “moules frites”i tercih ediyorum. Yemekten sonra sıra biraz eski kenti keşfetmede…

Marseille-Harbour

Vieux-Port’tan kuzeye doğru yürüyerek, kentin en eski bölgesi olan Le Panier’in daracık ve dolambaçlı sokaklarına yöneliyorum. Le Canebière ve Vieux-Port’un karmaşasına inat Panier sokakları sessiz ve sakin. Takı sanatçılarının, ressamların ve heykeltıraşların atölyeleri, sanat galerileri, ekmek fırınları, çikolata dükkânları ve minyatür sokak kafeleri yan yana dizilmiş Panier’de. Mahallenin merkezinde Puget kardeşlerin elinden çıkma La Vieille Charité binası bulunuyor. Bina uzun yıllar düşkünler yurdu olarak kullanılmış. Bugün ise bir arkeoloji müzesi ve Afrika ve Asya sanatları galerisinin yanı sıra kitapçılara ve kafelere ev sahipliği yapıyor.

Bazilikadan Monte Kristo Kontu’na Kuşbakışı

Marsilya’da mutlaka görmek istediğim bir yer daha var. O da kente tepeden bakan ve dolayısıyla hemen hemen her yerden görülebilen Notre Dame de la Gare Bazilikası. Kentin güneyinde yer alan bazilikaya, Vieux-Port’tan kalkan minyatür trenlerle ulaşılabiliyor. Ama varyant sokakları ve caddeleri seven benim gibiler için Notre Dame de la Gare’a yürümek ayrı bir zevk. Limandan Notre Dame’a çıkan yol üzerinde, Avrupa’nın en eski Hıristiyan ibadethanelerinden Aziz Viktor Manastırı bulunuyor. 5. Yüzyılda inşa edilen bir Roma kilisesinin üzerine yaptırılan manastır 3. Yüzyılda yaşamış Marsilyalı asker ve din adamı Viktor’un adını taşıyor.

Aziz Viktor Manastırı’ndan bahsetmişken küçük bir gastronomi notu da düşeyim: Manastırın yanından bulunan “Four des Navettes” adlı fırında, sırrı iki yüz yıldır saklı tutulan “navettes” adlı çubuk bisküviler eski usul taş fırında pişirilip tüm Marsilya’ya dağıtılıyor.

Notre-Dame-Church-Marseille

Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından Notre Dame de la Garde Bazilikası’ndayım. 1864 yılında tamamlanmış olan bina, Marsilya’ya hâkim 162 metrelik bir tepenin üzerinde bulunuyor. İnşası 5 yıl süren bazilika için İtalya’dan getirtilen 23 gemi dolusu mermer ve porfiriye ilaveten toplamda 170,000 ton malzeme kullanılmış. Neo-Bizans stilde inşa edilen bazilikanın 60 metre yüksekliğindeki çan kulesini 11 metrelik devasa bir “Meryem ve Çocuk” heykeli süslüyor.

Notre Dame de la Garde Bazilikası’nın Mistralin dalgalandırdığı deniz ve İf Adası çan kulesi kilometrelerce uzaktan görülebiliyor                          

Notre Dame de la Garde, Marsilya’daki son durağım. Buradan Marsilya Körfezi’nin nefes kesen manzarasını izliyorum. Serin mistralin dalgalandırdığı masmavi denizi… Uzaklarda, dumanları tüten devasa yük ve yolcu gemilerini; daha berideyse körfezin içine yerleşmiş, Fransız romancı Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu romanıyla ünlenen İf Adası’nı. Bir gün tekrar gelebileceğimi biliyorum Marsilya’ya ve bu yüzden “elveda” demiyorum.